Anasayfa » Çevre » CORONA VE EKONOMİ…Zeki Alptekin Yazdı…

CORONA VE EKONOMİ…Zeki Alptekin Yazdı…

Görünüş o ki bir Resesyon’a gireceğiz, tüm dünya ile birlikte. Makro ekonomide bahsedilen 4 ana ekonomik çevrimden, fazlardan bir tanesi..

Teoriye göre bir ülke bir yılın iki çeyreğinde arka arkaya bir önceki yıla göre büyümüyor ya da azalarak büyüyorsa, yani yani büyümesi düşüyorsa buna Resesyon deniyor. Bunun bir alt basamağı olan Depresyon‘un ne olduğunu sanırım söylemeye gerek yok!. Bunların tersi, giderek artan ekonomik gelişmeye Büyüme, bunun bir basamak ötesi de tam istihdamın yaklaşık olarak sağlandığı Yükselme fazı.

Tahminlere göre, Türkiye’nin ticaretinin yarısını yaptığı Avrupa’da, onun iktisadi motoru sayılan Almanya’da ekonomi bu yıl %2,8 küçülecek (mukayese olarak; 2008-09 krizinde ülke ekonomik olarak %5,7 küçülmüştü). Gerçekleşmesi en mümkün olan, V şeklinde tabir edilen bu versiyona göre ekonominin bundan sonra göreceli hızla toparlanması bekleniyor. Corona ile sağlık savaşımının yaz sezonunu da içine alacak şekilde genişlemesi ve bu nedenle, alınan ekonomik tedbirlerin etkisinin ötelenmesi nedeniyle varsayılan 2. senaryoya göre eksi (negatif) büyüme %4,5 olarak tahmin ediliyor, ki ekonominin toparlanması U şeklindeki bir gelişme ile bir daha ki yıla, 2021’e sarkarak büyümenin %1 civarında olacağı tespit ediliyor. Bunun biraz daha ötesi olumsuz gelişme senaryonun 3. ayağını oluşturuyor. Buradan, krizi altetmenin yolunun virüsü sağlık alanında yenip toplumsal ilişkilerde normalleşmenin yolunu açmak, böylelikle ekonomide toparlanmayı sağlamak şeklinde bir sonuç çıkarılıyor. Bu, Avusturya örneğinde tam tersine, yani ekonomiyi sağlığın üzerine, diğer bir deyimle ”arabayı atın önüne koyma” şeklinde, irrasyonel olarak ortaya çıkıyor.

Amerika Merkez Bankası (FED) eski Başkanı Bernanke “Eğer sağlık sorunu çözülmezse alınan hiçbir önlem işe yaramaz” diyerek diğer Merkaz Bankaları gibi kriz karşısında rasyonel bir duruş sergiledi. Önde gelen diğer merkez bankalarının da duruşu bu yönde. Ancak bana göre uygulanan para politikaları kimi yerde biraz sorunlu..

Yaklaşık 100 yıldır uygulanan bir yöntemle kriz anında piyasaya adeta para pompalanıyor hep. Epeydir neredeyse sıfır faizli bol para var; şimdi bu miktar yeni tedbirlerle birlikte daha da artacak. Bu “bol para” politikası, yani “bu yolla enflasyon olsun da, biraz gelişme olsun” düşüncesi Avrupa’da geçtiğimiz yıllarda istenen sonucu vermedi, ekonomiyi bir türlü yükselişe geçiremedi. Bu gerçek bir yana, şimdiye kadar kimi ekonomilerin gelişmede dayandığı temellerden biri olan “tasarruf” paradigmasını yerle bir etti. Sıradan insanların geleceği için birikimleri, ek yaşlılık sigortaları vs.ler sıfırlanmadı, ama bayağı hırpalandı. Bir yerde yatırımların sacayağı olan tasarrufların bu şekilde hırpalanması aslında “kendi ayağına kurşun sıkmak” gibi birşey. En azından bu Avrupa için böyle. Kapitalizmin klasik ülkelerinde klasik ekonomi politiğin enstrümanları, az önce ihsas ettiğimiz gibi pek işlemiyor anlaşılan. Çağ ve ekonomi değişmesine rağmen aynı enstrümanlar, klasik tedbirler sorunların çözümüne yardımcı olmuyor. Geçmişte -bir enflasyon şahlanmasına neden olmadan- fiyatlardaki “düzenli” yükselme, buna bağlı olarak tasarrufçuları motive edecek şekilde faizleri biraz yükseltiyor, böylelikle biriken tasarruflar yatırıma yönelmesi ile ekonomik çevrim döndürülüyordu. Şimdi bu çark işlemiyor, ekonomide tasarrufun yerini ”bol para” aldı, faiz sıfır, bu durum yatırımcının iştahını açmıyor. Onun biraz enflasyon kırbacına ihtiyacı var, ama o da bol paraya rağmen gerçekleşmiyor. Neden?

Burada bu soruya verilecek cevaplardan biri belki, küreselleşme ile birlikte içine girilen serbest rekabetin, bu dönemde üretici güclerin önündeki engellerin bizzat kapitalizm tarafından yıkılması ile ivmelenen teknolojik inovasyonlarla desteklenmesiyle de çoğu metanın artık “daha iyi kalitede, daha hızlıca ve daha ucuz” olarak piyasada yerini alması ilkesi temelinde keskinleşmesi ve bunun fiyatlar üzerinde düşürücü etkisi şeklinde olabilir. Bunun üzerine, dünya ölçüsünde yapılmış herhangi amprik çalışma yok elimizde; ama örneğin Almanya’da gıda piyasasındaki keskin rekabetin, bu sektördeki fiatların son 5 yılda sadece minimal artmasını beraberinde getirmesi ya da elektronik piyasasında aynı zaman diliminde kimi metalarda %30’lara varan fiyat düşüşleri herkesin gözleri önünde cereyan eden, algılanan olgular. Ki bunlar diğer Avrupa ülkelerinde de gözlemlenen trendler.

Şimdi bu noktada “ama Türkiye’de …” diyen sesleri duyar gibi oluyorum. Yukarda bahsettiğimiz bir eğilim ve bununla bir dizi ülkenin yüzyüze olduğu bir gerçek! Her ülke, kendi özel yapıları ile bu eğilim karşısında değişik tepkiler veriyor. ABD’nin bu bağlamda dünya ekonomisindeki yeri, lider para birimine sahip olması ve belli oranda ekonomik olarak “bakir toprak” olma niteliği ile hala daha devasa gelişme potansiyellerini içinde barındırması ve de tüketicilerinin yeniliklere açık olması özellikleriyle biraz “özel”! Amerika, görünüşe göre enflasyona daha duyarlı bir ekonomiye sahip ayrıca. “Dünyanın fabrikası” olarak Çin de ha keza ”özel” bir konuma haiz.

Türkiye ekonomisi, Corono virüsünü yüksek enflasyon, giderek artan bir bütçe açığı, düşük merkez bankası rezervleri ve uzunca bir süredir devam eden özel sektör bilanço sorunu ile karşıladı. Son nokta, artan işsizlik sorununu ihtiva ediyor, ki bu, iç talep ağırlıklı büyüyen bir ekonomi için oldukça negatif bir nokta. Tüm bunlar, krizin üstesinden gelmede iyi bir baz, bir çıkış noktası oluşturmuyor tabii ki. Görece yüksek enflasyon, zayıf kur ve artan dış borçlar, ekonominin diğer olumsuz göstergelerini oluşturuyor. Özet olarak ülke krizi resesyonda karşıladı. Global plandaki resesyonun bu durumda bize biraz “katlanarak” yansıyacağı aşikar. Bu noktada pozitifler olarak Türkiye’deki banka sektörünün 2001 krizinden beri konsolidasyonu ile nispeten ayakta olması ve güncel petrol piyasasında yaşanan fiyat düşüşlerini söylemek gerek. Ancak toplamında bir dengesizlik ve kırılganlık söz konusu ekonomide.

Hangi yöntemle olursa olsun, parasal genişlemenin, biz de var olan enflasyonu daha da azdırıcı bir etkisi olabilir. Mahfi Eğilmez, “dışardan” para girmemesi noktasında -ki öyle bekleniyor- para basıp taze para ihtiyacını karşıladıktan sonra, enflasyon tehlikesine karşı bu paranın tekrar piyasadan düzenli olarak çekilmesini ve “yerine konulmasını” önerdi. Uygun şartlarda “dışardan” kredi bulunamaması ve eskiden olduğu gibi “sıcak para” gelmemesi şartlarında, enflasyonist tehlikeden dolayı çok dikkatli ve titizce uygulanabilir bir enstrüman olarak görülüyor bu. Ama buradaki bir sorun da TCM’nin sadece TL basabilmesi, döviz basamıyor olması. Bu, olgunun “kaynak”, yani sunum tarafı. Bir de işin “alıcı” tarafı, talep tarafı, yani halk var.

Ekonominin düzelmesi için öncelikle virüs krizini atlatmamız gerekiyor. Bu açık! Bunun için yardım paketinin önemli bölümünün sağlık sektörüne gitmesi gerekiyor. Diğer yandan, pandominin önünü kesmek, şekli ne olursa olsun yayılma zincirinin kırılması, yani insanların sosyal kontaklarını azaltarak evde kalmaları ile mümkün. Ancak bu, hanelerde “ekmek” sorununu öne çıkarıyor. Bunların karşılanması, iş yerlerine ve burada çalışanlara işyeri garantisi ve herhangi bir şekilde maaşlarının verilmesi ile mümkün! İngiltere yardım paketinde, işyerlerinin kapanmaması karşısında maaşların %80’ninin devlet tarafından karşılanması var. Almanya’da gelirlerin sağlama alınması için bir dizi işyerlerinin desteklemesinin yanısıra küçük ve orta üreticilere hibe var örneğin! Mantık çok basit: Talebi, yani tüketicileri destekle ki piyasada değişim olsun. Bu da üretimi diri tutsun, işsizlik olmasın! Ekonomik çevrim dönsün!

Çok açık ki ekonomiler dünyanın neresinde olursa olsun, talep orijinli ekonomi politikalarla ayağa kalkması mümkün! Bu tür tedbirler bize ekonomi politikte Keynesçi çözümleri, geniş olarak kurumsallaşmayı içeren SOSYAL DEVLET yaklaşımlarını çağrıştırıyor. Keynes‘in deyimi ile “fiskal politika”, yani devletin ekonomik tedbirleri, insiyatifi ile toplumda-tüketicilerde bir efektif talep yaratıp (güncele ilişkin olarak; var olanı canlı tutup) üretimi bu yolla desteklemek ve böylece kitlesel işsizliğin önüne geçmek ve piyasada dengelerin yeniden oluşmasına önayak olmak! Çözümün fıtratında “mecburen” bu var. Bu ise 80’li yılların ortalarından beri uygulanan Hayek kökenli neoliberal ekonomi politikte değişimleri beraberinde getiriyor. İster istemez! Özellikle güncel ekonomik büyümede iç talepin ağırlık kazandığı Türkiye gibi bir ülkede bu gerçek yaşamsal önemde. Bu ise 14 milyar € gibi mütevazi kriz paketlerle, talep tarafında sadece emeklileri düşünen “önlemlerle” üstesinden gelinemeyecek ağırlıkta bir görev.. Ülkelerin kendi şartlarında „Gayrisafi Yurtiçi Hasıla“nın yaklaşık %10’nu krizin yöneltilmesine ve aşılmasına ayırması gerçeği temelinde Türkiye’nin bu rakamı en az 5’e katlaması rasyonel bir yaklaşım.  Bu noktada “eli bol” olmakta yarar var!

Not: Görünen o ki, her türlü eksikliğine rağmen, krizden çıkarılan sonuç olarak, gelecekte sosyal devletin sağlamlaştırılmasına ilişkin eğilimlerin güçlenme şansı bu krizle arttı. Krizi insanlık adına şansa çevirmeyi ben böyle anlıyorum. Toplumsal başat sorun, 19. yüzyılın Manchester kapitalizminin acımasız rekabet şartlarında „sosyal adalet“ başlığı altında oluşmuştu. Özellikle işçi sınıfının sendikal hareketinde ortaya çıkan bu yaşamsal talep, tarihte Sol’un filizlediği, onu toplumun vicdani yapan mecra oldu. Görünen o ki bu talep şimdi tekrar güncelleşiyor. Toplumun vicdanı olması gereken Sol, süreci ıskalıyor gibi sanki. Sadece eleştirmek için eleştiri ya da mızmızlanmak ile alternatif program oluşmuyor. Bu şartlarda Keynes‘i soldan tekrar ele almak Sol’un önünde bir görev olarak duruyor.

 

Paylaş