Anasayfa » Ekonomi » KÜRESEL KRİZLERİN EKONOMİ POLİTİĞİ (5)….Zeki Alptekin Yazdı

KÜRESEL KRİZLERİN EKONOMİ POLİTİĞİ (5)….Zeki Alptekin Yazdı

Serbest Kürsü Sayfa’mızın  yazarlarından Ekonomist Zeki Alptekin, corona krizi döneminde “Küresel krizlerin ekonomi politiği” ni yazdı. Beş bölümden oluşan seri yazının beşinci ve son bölümünü yayınlıyoruz. 

 

Corona krizi ve Türkiye

15 Mayıs 2020

Evet. Resesyona doğru yol alıyoruz. 2020’nin 2. çeyreğindeki ekonomik rakamlar ilk çeyreğine göre daha negatif olacak. Bunun bir adım ötesi, gerekli tedbirler alınmazsa artan döviz kuru ile kırbaçlanacak enflasyonlu durgunluk, yani stagflasyon! Bu tehlike potansiyel olarak mevcut.

Bu bağlamda, diğer ülkelerde görmeye alışık olduğumuz, hükümetlerin bağımsız kuruluşlara yaptırdığı krize ilişkin tahliller, olasılıklar ve bunlara ilişkin olarak öngörülen tedbirler, stratejiler ve bunların üzerine yapılan tartışmalar, geliştirilen alternatif modeller, senaryolar vs. bir iki eleştirel araştırmaların dışında yok.*) Olası senaryolar nedir, yılın ilk 6 ayında pandemi geriletilirse, 2. yarısında „normalleşme“ ile birlikte olası, beklenebilir gelişmelerin sayısal ifadesi (konjöktürün „V“ gelişmesi) ne olabilir; ya da pandeminin geriletilmesi yılın 2. yarısına sarkarsa (konjöktürün „U“ gelişmesi) bunun olası maliyeti, dolayısiyle bu durumda izlenecek strateji ne olur; bu ve benzeri konularda hassasiyet, modellemeler, bilgi alışverişi, titiz yaklaşım maalesef „hak getire“! 21 maddelik „ekonomiye kalkan“ paketi açıklanırken öngörülen tek şey, krizin Türkiye’nin yararına olabileceği iyimser beklentisi idi.

 

Nerede bulunuyoruz?

Prof. Selva Demiralp‘in hesaplarına göre bu yıl ülkemizden ödenmesi gereken dış borç yaklaşık 169 milyar dolar kadar. Bunun önemli bölümü özel sermaye borçları. Ancak burada söz konusu olan ülkeden çıkacak olan döviz olacağı için, borcun kime ait olduğu ikincil önemde. Ayrıca kimin olursa olsun, ödenememesi durumunda borçların hemen ülke ya da devlet borcuna dönüşmesi pratikten bilinen bir gerçek. Bunun 35-50 milyar Dolar’lık çevrilmesi zor kısımı, herhangi bir yerden alınmak zorunda. Ama nereden? Olası kaynaklara bir göz atalım..

Türkiye’nin önemli döviz kaynağı olan turizmde bu yıl gelirlerin en az yarı yarıya düşeceğini beklemek gerçekçi bir yaklaşım. Ki bu alandaki krizin daha uzunca devam edeceği de gelecek yıllar itibarı ile hesaba katılmalı. Dış ticaretinin yarısını AB ülkeleri ile yapan Türkiye’nin bu olanağın da oradaki resesyon nedeniyle daraldığını ve genelde bu pazarla olan ilişkinin „ithalata bağımlı bir ihracat“ şeklinde sorunlu bir yapı arz etmesi nedeniyle ülkenin borç çevirmesine katkısı olamayacağı açık.

Krizin ilk oluştuğu ülke olan Çin’de üretimin ilk anda büyük ölçüde durması ya da yavaşlaması ile beliren üretimin Türkiye’ye kayması umudu, ilk anda textil alanında belli kıpırdanmalar ile biraz beslendiyse de, kısa vadede buradan ülke için yeni bir döviz alanı olmasını beklemek pek gerçekçi görünmüyor. [Kaldı ki „üretimin kayması“ olgusu, orta ve uzun vadede kendisini belli edecek bir gelişme olacak, ki bu alanda Türkiye alternatif olarak da yalnız değil. Ayrıca Çin’de üretimin yeniden başlaması, bu konudaki beklentileri biraz bastırıyor gibi.]

T.C Merkez Bankası’nın mevcut faiz politikası, bırakalım „sıcak sermaye“yi çekmesini, var olanı bile tutmakta zorlanıyor. Enflasyonun %12’lerde dolaştığı bir dönemde %8,75 faize kimse gelmiyor tabii ki. Bu durumda dış borçların çevrilmesi başka hangi kaynaktan, hangi kanaldan olabilir?

Bu, iktidara göre IMF olamayacağına göre geriye SWAP anlaşmalarından başka bir kanal kalmıyor. Çeşitli merkez bankalarının kendi aralarında yaptığı, bir nevi para birimleri takası olan SWAP için diğer merkez bankaları ve ABD merkez bankası FED ile olan ilişkilerden henüz bir sonuç çıkmış değil!. Onlar da muhatap oldukları Merkez Bankalarının kredilibitesine, aldığını ödeyebileme gücüne, yani rezervlerine bakıyor. TCMB rezervleri net olarak negatifde ve merkez bankası sadece şeklen „bağımsız“ olduğu için tüm bunlar kredibilite konusunda olumsuz bir görüntü veriyor. Türkiye ayrıca, içinde olduğu G20 ülkelerinin kendi aralarındaki SWAP angajmanında da yer almadı.

Global sermayenin yeni direk yatırımları konusunda da var olan perspektif pek „iç açıçı“ görünmüyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarında Türkiye’nin karnesi pek iyi değil:CDS puanında her 100 puan %1 sigorta primi demek. Örneğin şu an Türkiye’nin CDS puanı 600. Yani Türkiye bir ülkeden borç alacağı zaman hem borç faizini ödeyecek, hem de buna ek olarak %6 oranında sigorta primini karşılayacak. Astarı yüzünden çok pahalı olan, sıkıştığında Türkiye’nin kullanabildiği, kullanabileceği bir kanal!

Son olarak; bu noktada Türkiye için tek artı, dünya piyasalarında düşen petrol fiyatlarıdır. Bunun ise Türkiye’nin cari açığına „eksinin artısı“ olması ile pozitif bir etkisi var. Ancak Çin’de üretimin tekrar başlaması ya da konjöktürün kendi içinde tekrar yükselmesi ile birlikte petrol fiyatlarının belli bir süre içinde tekrar yükselmesi ihtimal dahilindedir.

Türkiye’de kriz yönetiminin ekonomi politiği

Bu işin „dış“ yanı idi. Bir de ”içte” oluşan krizin maliyetlerini yönetme sorunu var. Cumhurbaşkanı, „ekonomiye kalkan“ programını açıklarken destek miktarını 100 milyar TL olarak tespit etmişti. Önemli oranda kredilerden oluşan bu desteğin hacimi, Hazine ve Maliye Bakanı tarafından daha sonra 200 milyar TL olarak açıklandı. Dolar karşısında değer kaybeden TL nedeniyle bu hacimin pratikte daha da küçüldüğünü burada belirtelim. Konuya ilişkin olarak, geçmiş makalelerimizden birinde, kriz yönetim bütçesinin diğer ülkelerde Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) ortalama %10’una denk geldiği (Türkiye’nin de dahil olduğu G20’de bu oran %8’in biraz üstünde!) gözönüne alındığında, bizde tespit edilen %2,5’luk ya da %5’lik oranının en azından 4’e ya da 2’ye katlanmasının gerçekçi bir yaklaşım olabileceğini söylemiştik. Bu ise yekûn olarak kabaca 55-60 milyar Dolar’lık bir bütçeye denk geliyor, ki ODTÜ’den Prof. Dr. Erol Taymaz‘ın yaptığı tespit de yaklaşık olarak bu seviyede.

Miktar olarak yetersizliğinin yanında, açıklanan 21 maddelik ekonomik tedbir paketinde ilk göze çarpan şey, desteklerin tüm toplumsal-ekonomik birimleri kapsayıcı bir boyutta olmadığı, bu nedenle de kifayetsiz kaldığıdır. Bu bağlantıda ekonomik paketin ziyadesiyle  arz yönelimli  olduğu tespit edilmelidir. Örnekleyecek olursak:

Tedbir paketinde Türkiye ekonomisinin önemli sacayaklarından birini oluşturan orta ve küçük boy işletmelere yarayan pek fazla bir şey görülmüyor. Genellikle riziko kapitali olmayan, zayıf sermayeli olan bu kesimin (özellikle gastronomi, hizmet sektörü, perakende satış, tarım, gıda sektörlerinde) krizden etkilenme oranı göreceli yüksektir. Mesela esnafın kendi mali gücüne dayanarak dükkanını kapalı tutma gücü en fazla 2 hafta olduğu söylenirBu açıdan tedbir paketi ile SGK primleri, kredi borçları ya da elektrik, doğal gaz vs. yan giderlerin ödenmesinin ertelenmesi gibi önlemlerin etkisi, sigortalı çalışanların neredeyse üçte ikisini istihdam eden, ithalatın üçte birini gerçekleştiren bu kesimde minimal kalacaktır.

Bu kesime yönelik efektif tedbir ya da destek, söz konusu borçların, zaten göreceli az olan kamu bankası kredi borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi, işsizlikle mücadele açısından, „geleneksel“ olarak iç talep eksenli gelişen Türkiye ekonomisi için yaşamsal önemdedir. Bu noktada, krizden özellikle etkilenen, kırılgan sektörlere faiz karşılığı kredi olanağını gösterme yerine, yani faizli borç önerme yerine, „cömert“ bir destek ile doğrudan, karşılıksız sermaye transferi daha rasyonel bir tedbir alternatifi olarak duruyor. Hibe şeklindeki bu yardımın boyutunu Ali Babacan, GSYH’nin en az %3’üne denk gelecek şekilde 20 milyar Dolar’lık bir mali genişleme olarak tespit ediyor. Ülkemizde varolan küçük ve ortaboy işletmelerin yaygınlığı göz önüne getirildiğinde söz konusu rakam gerçekci görünüyor.

Bu noktada KOBİ’lere kredi konusunda onları „büyükler“ karşısında dezavantajlı kılan bir pratiğe, yaşanan bir dizi kifayetsizliklere bir örnek olarak vermek gerekirse; bankalar kredi dağıtımında „büyükleri“, krediyi geri ödeme konusunda sahip oldukları göreceli büyük hacimden dolayı öncelikle tercih ediyorlar. Bu noktada fırsat eşitliğini sağlamak üzere kanalların tüm ortaboy işletmelere, küçük üreticilere, esnafa ve çiftçilere eşit şartlarda açık tutulması devlet tarafından güvence altına alınmalıdır. Ha keza kültür ve sanat alanında çalışan kişi ve kuruluşlar, kendilerini yeniden üretebilmelerinin koşullarının yaratılması için kriz aşılana kadar kesintisiz desteklenmelidir.

Tüm krediler mikro ve makro bazda krizin yarattığı tahribat açısından mercek altına alınıp sartlara uygun şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.

Bu bağlamda konunun çalışanlar, yani talep yanına gelecek olursak;

1. kısa çalışma ödeneği ilk üç ay için net ücretin %100’ü, sonraki 3 ay için %80’i olacak şekilde yükseltilmeli,
2. ücretsiz izin durumunda devletin ödemeyi taahhüt ettiği tutar 1.177 TL, en az asgari ücret seviyesine ( 2.324 TL) çıkarılmalıdır.
3. Türkiye ekonomisinin yaklaşık %30 cirosunu yapan bir „kayıtsız ekonomi“ olgusu var. Bu sektörde her türlü güvenceden mahrum çalışanların sayısı 9 milyon olarak tahmin ediliyor. Corona krizi dolayısı ile kapanan işyerleri nedeniyle işsiz kalan, evde kalması istenen bu kesim düzenli gelirden mahrum! Çalışamadığı sürece bu insanların en az asgari ücret düzeyinde karşılıksız desteklenmesi de ekonomik rasyonalite içinde mülahaza edilmelidir.
4. Bu açıdan, özellikle ABD ve İtalya’da dile getirilen “helikopter para” denilen devletin herkese karşılıksız para dağıtması tedbiri, Türkiye’de krizden en çok etkilenen „yoksulluk sınırı altında yaşayan“ en mağdur kesimler için bir defalık değil, düzenli aralıklarla düşünülebilir, kriz anında görülen talepte daralmaya karşı yeniden hareketlilik getirip ekonomiye bu cepheden makro bir katkı sunulabilir.

Tüm bunları kıyaslanabilir somut bir örnekle açıklayalım:

Almanya’nın tanınmış bira üreticisi olan Bitburger firması, Corona krizi sırasında akıllı bir adım attı. Özellikle fıçı birası segmentinde ülkenin 1. üreticisi konumunda olan firma için gastronomi yaşamsal önemde; çünkü Bitburger birasının sunulduğu lokal sayısı Almanya’da 50 bin civarında.. 2 ay kapalı kalan lokantalar şimdi belli tedbirler ile açılmaya başlanıyor. Kriz, bir kısım gastronomi işletmesini, özellikle küçük olanları silip süpürecek; bu kesin! Tahmin edilen rakam %30-35 civarında. Bu koşullarda yeniden bir başlangıcı kolaylaştırmak için Bitburger, müşterilerine son kullanım tarihi geçmiş biraları karşılıksız olarak yenileyeceğine, yeni hijyen uygulamalarında yardımcı olacağına, bardakları yıkama makinalarına ulaşımda belli kolaylıklar sunacağı vs. şeklindeki toplam 6 maddelik bir tedbir paketini açıkladı. 2 ay boyunca ürünlerini satamadığı 50 bin lokalden dolayı kendisi de müşkül duruma düşen firma, fıçı biralarını karşılıksız yenileme ile de bu şartlarda ek bir maliyet altına korkusuzca girmesinin dayandığı rasyonel zemin, „yaşat, yaşa“ şeklinde özetlenebilir. Mikro birimden makro ekonomiye katkı! Bu insiyatifi ile Bitburger hem ilgili lokallerin krizi aşmasına, burada yaratılan katma değerin ve bir talep unsuru olarak istihdamın kurtarılmasına, son tahlilde de kendisinin krizi aşmasının maddi temelini oluşturuyor, bununla makro planda ekonomik çevrime kendi ”mütevazi” katkısını yapıyor. Keynes buna ”toplam talebin canlandırılması” diyor.

Örnekte de görüldüğü gibi sorunun çözümü, ”cimri” tasarruf tedbirlerinde değil, kapsayıcı talep orijinli ekonomi politikalardadır. İşte ülke ekonomilerinde kriz yönetiminin işleyişi de, biraz daha komplike, ama benzeri, böylesi bir bazda cereyan edebilir.

Devletin resesyon, ekonomik durgunluk olasılıklarına karşı kendisinin geliştireceği en etkin ekonomik yatırım faaliyetlerinden biri de bence yenilenebilir enerjiler alanıdır. Neden? Çünkü geleceğe yönelik bir yatırım olması açısından stratejik, ekolojik ve ekonomikdir. Bu hali ile %100 krize dayanıklı niteliktedir. Çünkü hammaddesi 0 (sıfır) maliyetle hiçbir borsada alınıp satılamıyor, spekülasyon malzemesi değil! Ve üstelik %100 ”yerli ve milli”.

 

Peki optimal bir kriz yönetimi için gerekli olan 55-60 milyar Dolar’lık kaynak nereden gelecek?

Türkiye için bir getirisi olabilecek, önce de sözünü ettiğimiz SWAP anlaşmaları, rezerv paraya sahip olan ülkelerin büyük merkez bankaları ile yapılacak olan anlaşmalardır. Bunlar, başta amerikan FED olmak üzere AB’nin merkez bankası EZB ile Japonya ve İngiltere’nin merkez bankalarıdır. Ülkeler, bu ülkelerin merkez bankalarından takas yolu ile söz konusu yabancı para birimlerini (Dolar, Euro, Yen, Pfund) alır ve rezerv olarak kenara koyar.

Ancak böyle yapıldığında, yani karşılığını mali (ekonomik) olarak sağladıktan sonra basılan paranın enflasyonist etkisi minimal kalabilir. Son dönemde TL’nin diğer rezerv para birimleri karşısında değer kaybetmesinin asıl nedeni „bazı küresel güçlerin atakları“ değil,
1. TCMB’nin böylesi bir döviz arka planı olmadan, yani karşılıksız olarak para basmasıdır.
2. 2019 yılında ekonomiyi canlandırmak adına faizlerin hızla düşürülmesi, enflasyon düşmeden gelen (politika) faiz indirimlerinin reel faizi düşürüp Dolar talebinin tetiklemesidir.

[Bu durumda TL’nin Dolar karşısında değer kaybetmesini önlemek için TCMB döviz rezervlerinin, kriz anında gerekli olabilecek „yedek akçelerinin“ tüketilmesi, riskleri hem maddi, hem de manevi açıdan artırdığını bu vesile ile belirtmiş olalım.]

Tekrar konuya dönecek olursak; kaynaklardan diğerleri Dünya Bankası, IMF vb. uluslararası kuruluşlardır. Ama kriz dönemlerinde onların da verebileceği para sınırlıdır; örneğin IMF verebileceği para Türkiye’nin GSYH’nin %1’i kadardır. Daha fazlasını kredi almak da mümkündür, ama her borç veren bankanın yaptığı gibi belli bir program ve şartlar altında..

Bu işin özetle ”dış”  cephesi! ”İçte” ise, aşağıda formüle ettiğimiz (aklımıza gelen) tedbirler ile ülke içinde herhangi parasal genişlemeye yol açmadan, yani enflasyonist baskıya sebebiyet vermeden olası bir kriz fonu için kaynak yaratılabilir. Ama önce tarihten bir örnek;

J. M. Keynes,1929 Büyük Buhran’ının etkilerinin sürdüğü 1930’ların ikinci yarısında finansal piyasalar üzerine salınacak bir işlem vergisinin, spekülatif hareketleri önleme ve uzun vadeli yatırımları özendirmedeki önemine dikkat çekerek, hisse senedi piyasasına uygulanacak böylesi bir spekülasyon vergisinin kısa vadeli alım-satım kârı elde etmek isteyen spekülatörleri bu kararlarından caydıracağını, buna karşın temel göstergeleri esas alarak yatırım yapanları olumsuz yönde etkilemeyeceğini ileri sürmüştü.

Bu tarihsel arka planda, Avrupa’da 20. Yüzyıl sonunda tekrar Tobin vergisi ile güncelleşen bu öneri, Türkiye açısından verili kriz koşullarında iki açıdan önemli olabilir:
1. Yukarıda sözü edildiği gibi borsalardaki spekülatif eğilimler üzerinde frenleyici etki sağlayabilir.
2. Türkiye’de hisse senetleri alım-satım kazancında uygulanan stopaj 0 (sıfır) olarak belirlenmiş. Ayrıca, tam mükellef kurumlara ait olup, Borsa İstanbul’da işlem gören ve bir yıldan fazla süreyle elde tutulan hisse senetlerinin elden çıkarılmasından elde edilen gelirler de tevkifata, yani vergiye tabi değildir. Hangi sürelerde elden çıkarılırsa çıkarılsın, spekülasyon içinde telakki edilmesi gereken bu kazançlar, %10 gelir vergisi olarak vergilendirilmesi durumunda elde edilecek kaynakkriz fonunaaktarılabilir.

Türkiye’de son 30 yılda yükselen şehirleşme trendi, bir yanı ile devletin (dolaylı) himayesi ile de çarpık gelişme sonucu arsa değerlerinde aşırı ve hızlı yükselmelere neden oldu. Şehirlerin merkezi bölgelerinde kiralara da yansıyan bu gelişmeler ile kentsel rantdenilen bir olgu oluştu. Öyle ki, büyükşehirlerin herhangi bir yerinde alınan bir gayrimenkul, birkaç yıl sonra elden çıkarıldığında, yerine göre ölçüsüz kazançlara neden olmakta. Normal pazar mantığı dışına taşan bu tür spekülatif gelişmeyi frenlemek üzere konulacak bir Kentsel Rant Vergisi,olası bir kriz fonunakaynak oluşturabilir.

 

Kriz yönetimine yaratılacak kaynaklardan biri de şüphesiz, zaruri olmayan kamu harcamalarından kaçınma, (ekonomik) getirisinden çok götürüsü olan „prestij“ projelerinden uzak durmadır.

Enerji faturalarında, zaman zaman kaldırılması konuşulan enerji Fonu (%1), TRT payı (%2) ve KDV (%18) olmak üzere toplam %21’lik bir kaynak bir süreliğine (mesela 5 yıllığına) kriz fonu olarak kullanılabilir.

[Değişik elektronik cihazların satışlarından bandrol payı, deniz ve kara taşıtlarından katkı payı da alan TRT, reklam gelirleri ile birlikte bu süreci yıllık 1 milyar TL (2019 yılı elektrik faturası geliri) olmadan da idare edebilecektir. Ayrıca 14 televizyon ve radyo kanalı biraz „enflasyonist“ değil mi?]

Bir süreliğine partilere hazineden verilen yardım da, oluşturulacak kriz fonuna aktarılabilir (2019: 772 milyon TL; 2020: 420 milyon TL). Vergi adaleti ya da adaletsizliği başlığı altında kavramsallaştırdığımız bu „dengesizliğe“ son bir örnek de spordan olsun:

İşçi ve memurlar, kazançlarının %27’sini gelir vergisi olarak öderken futbolcular da bu oran %15 ile Avrupa ortalamasından (yaklaşık %40) kıyaslanmayacak kadar düşük. Yabancı futbolcular, 6 aydan az kaldıkları sürece vergiden muaflar üstelik. Bu miktar (%15) en az ikiye katlanabilir.

Son tedbirlerin, tek başına alındığında belki miktar olarak pek ağırlığı yok, ama (bu arada aklımıza gelmeyenler ile de birlikte) benzerleri ile birarada düşünüldüğünde hiç de azımsanmayacak bir yekûnu ifade ediyor: „Damlaya damlaya göl olur“ öz deyişinin dayandığı zemin de budur zaten.

Neresinden bakarasak bakalım, Corona ve krizi ile işimiz en az 2 yıl, belki daha da fazla sürecek. Bunun getirdiği olumsuz ekonomik etkilerin, tıpkı 2008-09 krizinde olduğu gibi zamana yayılarak devam etmesi beklenmelidir. Kriz çözümünde devletin rolü, insiyatifi artıyor. Burada içe kapanmacı, otoriter politikaların ağırlığının artması tehlikesi belirse de bence gelişmeler, demokratik açık toplum, sosyal devlet eğiliminin giderek ağır basacağı, Bolsonaro ya daUrban gibi otoriter demagog popülistlerin zamana karşı yarışı kaybedeceğine, küresel bilinç ve vicdanın eninde sonunda ağır basacağına işaret ediyor. Krizle mücadelenin başarısı son tahlilde ancak demokratik, açık ve şeffaf bir toplum ile mümkün! Tarihsel iyimserliğime dayanak olan temel bu..

Paylaş