Anasayfa » Ekonomi » KÜRESEL KRİZLERİN EKONOMİ POLİTİĞİ (2)….Zeki Alptekin Yazdı

KÜRESEL KRİZLERİN EKONOMİ POLİTİĞİ (2)….Zeki Alptekin Yazdı

Serbest Kürsü Sayfamızın  yazarlarından Ekonomist Zeki Alptekin, corona krizi döneminde “Küresel krizlerin ekonomi politiği” ni yazdı. Beş bölümden oluşan seri yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

26 Nisan 2020

Tarihte Global Ekonomik Krizler

Aşağıdaki satırlarda tarihte ortaya çıkmış en önemli ve dünyanın birçok bölgelerini etkisi altına almış küresel ekonomik krizleri özetle ele alıp, bunları aşmak için ortaya atılmış ya da uygunlanmış yöntemleri, ekonomi politikaları mümkün olduğunca basit, fazla teoriye kaçmadan ele alamaya çalışacağız. Bunları -eğer mümkünse- yeri geldiğinde günümüzle ilişkilendirip sonuçlar çıkarmaya çalışacağız. Krizleri, onların üstesinden gelinmesi üzerine uygunlanan ekonomi politikaları açısından da eleştirel gözle ele alacağız. İlgi noktamızın küresel krizler olmasının nedeni, günümüzdeki gelişmelerde saklı: Corona Salgını ve neden olduğu ekonomik kriz! Geçen makalemizde tarihte pandemiler nedeniyle ortaya çıkan (ekonomik) krizleri ele almıştık. Şimdi sırada ekonomik nedenlerle ortaya çıkan küresel krizler var!

Dünyanın ilk küresel krizi: 1857

Gerçek anlamda ilk küresel kriz, bu tarihin Ağustos ayında, Amerika’da New York’da bir bankanın ödemeleri durdurması ile başlar ve buradan dünyaya yayılır. Tipik bir finans krizi olarak ortaya çıkan bu kriz, özellikle Amerika ve Avrupa’nın finans merkezlerini etkisi altına alır, giderek konjöktürel kriz haline dönüşür. Sonunda ortaya çıkan manzara her yerde tipik bir aşırı üretim -aşırı birikim- krizidir.

O dönemde ABD’nin tıpkı bugün olduğu gibi bir dış ticaret ödemeler dengesi sorunu vardır. Bu dengesizlik, ülkeden sürekli olarak altın mevcutlarının çekilmesi neticesinde rezervlerinde ortaya çıkar. Elde kalan rezervlerin güvence altına alınması için Amerikan bankalarının aldığı ”faizlerin sert bir şekilde yükseltilmesi” kararının sonuçları ülke için yıkıcı olur:

Kredilerle finanse edilmiş, demiryolları gibi büyük altyapı yatırımları durma noktasına gelir. Tam da bu sırada Amerikan’ın Avrupa’ya olan buğday ihracatının o dönemde Rusya’dan gelen „ucuz fiyat“ rekabeti ile çökmesi, bir dizi çiftçinin finansiyel zorluklara düşmesini, borçlarını ödeyememesi sonucunu doğurur. 1857 Ağustos ayı sonunda o zamana kadar çok sağlam olarak bilinen Ohio Life Insurance and Trust Company adlı firmanın sürpriz iflas kararının ardından New York’daki borsada yaşanan büyük düşüşleri, birçok ticari işletmenin ve bankanın iflasları izler. Bu sırada yaşanan bir olay da krizin tuzu biberi olur:

Yaşanan krizi hafifletmek için büyük bankalar yüklüce miktarda altını Kaliforniya’dan rezerve olarak ülkenin Doğu’suna getirme kararı ile yola çıkan altın yüklü gemi bir Hurrikan’a yakalanarak batar ve bu tüm dünyada panik yaratır; Wall Street’deki borsa ikinci kez crash yaşar. Bununla birlikte ağırlaşan kriz, Avrupa’da özellikle Amerika ile sıkı ticari ilişkileri olan İngiltere ve İskandinavya’yı zarara uğratır, etkiler. O dönemdeki Almanya’da özellikle liman kenti Hamburg krizden etkilenir. Buradaki bankalar verdikleri kredileri geri alamazlar ve bunun sonucunda 1857 yılı bitimine doğru, Hamburg’daki tüm bankalar iflaslarını ilan ederler. Kriz Avrupa ve Amerika’da iki yıl kadar sürer. Krizin en önemli sonuclarından biri ekonomik yaşamın tüm alanlarını etkisi altına alan deflasyon olur; ki bu peşi sıra Amerikan iç savaşının nedenlerden biri olarak da tarihe geçer.

Bu krizin ortaya çıkardığı diğer bir gerçek de, bundan önce ortaya çıkan ve az da olsa enternasyonal planda etkisini gösteren irili-ufaklı krizlerden farklı olarak ülkelerin çoğunda yalnızca „ithal“ edilmiş bir kriz değil, böyle olmuş olsa bile böylesi bir krizin ilgili ülkelerde en uç noktalara kadar yaygınlaşması için de şartların olgunlaştığıdır.

1873 krizi (Panic of 1873 / Gründerkrise)

1860’lı yıllar Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluğunda ekonomik büyümenin ve arkasından yükselmenin (Boom) yaşandığı liberal bir dönemdir. Bu dönem, özellikle Almanya’da ülkenin Fransa ile yürüttüğü ve kazandığı 1870/71 savaşı ile kesintiye uğrar. Gerçi Almanya, 1871’de en nihayetinde Bismarck önderliğinde birleşik imparatorluk haline gelip siyasi ve askeri bakımdan daha da güçlenir; ancak bir yandan savaşın neden olduğu emek gücü açığı, diğer yandan ekonomik yükselişte tayin edici rolü olan ağır sanayinin savaşa göre yeniden konumlandırılması dengeleri altüst eder.

Büyüme-yükselme dönemi, sermaye-kredi piyasalarının ve borsaların kurumlaşması dönemini de ifade eder. Özellikle yaygınlaşmakta olan demiryolu ağlarının kurulması demir-çelik endüstrisi ile birebir bağlantılıdır. Demiryollarının yaygınlaşması ancak büyük sermaye akımı ile mümkündür. Bunun için kurulan milyar Marklık Eisenbahn AG anonim şirketi, başlangıçta hissedarlarına büyük rantlar sağlar. Savaşın kazanılıp birleşik imparatorluğun kurulması ile yatırımcıların risk alma cesaretleri yükselir, her yeri genel ekonomik iyimserlik kapsar. Savaş sonrası Fransa’dan elde edilen maddi tavizler, savaş tahvillerinin ödenmesi, 1870’de sermaye trafiğinde daha önce varolan kimi kısıtlamaların kaldırılması ve imparatorluğa katılan eyaletlerin getirdiği kaynaklarla da birlikte ekonomide para hacmi, imparatorluk öncesi Prusya’daki para miktarının iki misline çıkar. Ekonomik yükselme ile artan (borsalarda) spekülasyon ve risk alma motivasyonu, hisse senedi borsası ve spekülatif aksiyonlara komisyoncu olarak katılan yeni bankaların kurulmasına yol açar.

Aşırı yüksek büyüme oranları, özellikle 1870’lerden itibaren spekülasyona açık bir şekilde sürekli artan fiyat düzeyi nedeniyle (beklenen) talep ile satın alma gücü (gerçek talep) arasındaki makasın açılması vs. nedenlerle ekonomik çevrimde ortaya çıkan orantısızlıklar, çelişkiler ile ”ısınan” ekonomiden çıkış, 1873 yılında önce Viyana, sonra New York ve hemen arkasından Berlin borsalarındaki çöküşlerde, hisse senetlerinin değerinin şiddetli düşmesinde ifadesini bulur. Borsalarda başlayan kriz, akabinde konjöktürel krize dönüşerek maddi üretim alanlarına ulaşır: Yatırım projeleri çöker; başlanılmış olanlar devam ettirilmesine rağmen toplamında yükselme dönemine göre yatırımların oldukça azalması, konjöktürdeki diğer bir ters gelişmeye işaret eder. Maddi üretimde gerilemeyi de ifade eden kriz, 6 yıl kadar süren stagnasyon fazesinden sonra son bulur. Bu süre içinde Almanya ve Avusturya’da 60’ın üzerinde banka iflas eder. Amerika’da bu sırada var olan kriz, Almanya-Avusturya’da oluşan krizin etkisiyle daha da alevlenir. Bu, dünyanın diğer gelişmis ekonomilerini etkiler ve buraların da uzunca süren bir stagnasyon fazesine girmesine neden olur.

Her konjöktürün düştüğü krizde olduğu gibi kizden çıkmak için ters yönlü yükselmeyi sağlayan faktörler de ortaya çıkar: Bu krizde olan, yavaşça ve gecikmeli olarak oluşmaya başlayan faizlerin düşmesidir; ki bu da düşen fiyatların da baskısı altında kapsamlı bir modern teknolojilere yatırım yapma, yenilenme zorunluluğundan kaynaklanır. Ama tüm bu faktörler kriz zamanında da var olmasına rağmen bunlar, krizden çıkmaya yeterli olmaz. Bu konudaki esas etki, ABD’deki gelişmelerden gelir. Almanya’nın tersine burada  kapasiteleri genişletmeye yönelik yatırım imkanları geniştir. Almanya ve İngiltere’de oldukça yavaşlayan demiryolları yatırımları, ABD’de olağanüstü boyutlara ulaşır. Bu ise, Almanya’da demir-çelik endüstrisi ürünlerine olan talebin yükselmesine, sonuçta buradan ABD’ye ihracın neredeyse iki katına çıkmasına neden olur. Ekonominin sektörlerinde genel olarak üretimin hissedilir artışı, 80’li yılların başında konjöktürün tekrar yükselişe geçmesinin açık göstergesidir.

1929 Krizi (Büyük Depresyon)

  1. dünya savaşından ABD, diğer ülkelerden farklı olarak „borçsuz“ olarak çıkmıştı. Fransa ve İngiltere’nin savaş yaralarını sarmak için aldıkları krediden dolayı Amerika’ya borçları vardı. Almanya’nın ise, zaten Versaille anlaşmasından dolayı, özellikle Fransa’ya ödemesi gereken büyük savaş borçları vardı. Bunları ödeyebilmek için onlar da ABD’den kredi almışlardı.

    1920’li yılların ortasından itibaren dünya ekonomisinde, kapitalizmin merkez ülkelerinde, özellikle de ABD’de konjüktür hızla yükselmeye başlar: 1923’de 1914’e göre endüstriyel üretimini %40 yükselten ülke, 1929 yılında aynı üretimi 1923’e göre %30 yükseltir. Bu yıllar Fordist üretim biçiminin yaygınlaştığı, toplumda elektrifikasyonunun hızlandığı, genelde üretimin arttığı, özelde tüketim ekonomisinin yükseldiği yıllardır. Yükselen ücretler, artan tüketim kredileri, taksitli satışlar ve vergi indirimleri ile desteklenen bu tüketim trendi, toplumda genel ekonomik iyimserliğin, yatırımda motivasyonun artmasını sağlar. Öyle ki 1919 yılında 100 milyon Dolar olan tüketici kredileri, 1929’da kriz öncesi 7 milyar Dolar’a yükselir.

    Bununla oluşan aşırı „iyimser“ hava, borsalarda -özellikle kredilerle desteklenen- spekülasyona dayalı faaliyetlerin artmasına yol açar. Öyle ki, 1928’de kriz öncesi borsada yaşanan kısa vadeli düşmeler bile söz konusu spekülatif faaliyetleri frenlemez ve endüstriyel hisse senetlerinin değeri 3 ay içinde %25 artar. Bu „Boom“ fazesi sırasında ABD’li yatırımcılar -daha kârlı olduğu için- Avrupa’daki sermayelerini ülkelerindeki borsaya yatırmak üzere geri çekerler. Bu, 1928 yılı ortasından itibaren ABD’nin Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri, Asya ve Pasifik ülkelerine açtığı kredi sisteminin sarsılmasına neden olur.

    1929 yılının ortalarından itibaren Amerika’daki reel endüstriyel gelişme gerilemeye başlar: Demir-Çelik üretimi düşer, demiryolu logistiği azalır, konut sektöründe çöküş şiddetlenir, ücretlerdeki yükselme büyüme oranlarının gerisinde kalır, Fordist üretim biçiminin „yıldızı“ otomotiv sektöründe „üretim fazlalığı krizi“ oluşur ve sonbaharda New York’daki borsadaki trendlerde şiddetli düşüşler yaşanır. Panik ve yoğun hisse senetlerini elden çıkarma gündemdedir. Bir günde (Kara Perşembe: 24.10.1929) satılan ya da el değiştiren yaklaşık 13 milyon hisse senedi bir sürü hayalin, rüyanın çökmesi demektir. Yıkımın boyutlarını anlatması açısından:, 1932’de ABD’de çelik endüstrisinin kapasite kullanımı sadece %12 dir. Ekonomin değişim damarı bankalar iflas eder, üçte biri likide edilir. Bu ise kredi daralmasına, dolayısiyle reel ekonomide iflasların çoğalmasına neden olur. Üretim, krizin pik yaptığı dönemde %47 civarında daralır. Zaten kırılgan olan tarım sektörüne kriz, borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin üzerine bütün ağırlığı ile çöker. Kriz, bozulan ekonomik çevrimin zemini üzerinde yükselir: Yeni teknolojilerle ucuzlayan üretim maliyetlerine, yani ucuzlayan işgücüne rağmen güdülen fiyat politikası nedeni ile fiyatların bu oranda düşmemesi, varolan satın alma gücü ile yükselen verimlik ya da üretim arasındaki makasın daha da açılmasını beraberinde getirir. Sonuç: Üretim fazlası, atıl kapasite!

 

ABD ile özellikle kredi bazında ilişkileri olan Avrupa başta olmak üzere tüm ülkeler krizden etkilenir. Bunlarla ticari-ekonomik ilişkilerde olan diğer ülkeler de bir domino efekti sonucu krizin yıkıcı etkileri altına girerler. Artan işsizlik ve yoksulluk, (hiper) deflasyon buralarda hakim olan manzaradır.

 

Almanya, 1925-26 yıllarında yaşadığı krizin etkileri altında zaten kırılgan bir ekonomiye sahiptir. Kredi sektörünün durumu, krizin burada yaygınlaşmasını kolaylaştıran faktörlerin başında gelir. Bu sektörde tekelleşme yolu ile yayılmaya çalışan büyük bankaların bir özelliği -aslında bir yerde bu hedeflerle çelişecek bir şekilde- yeterli öz sermayeleri ve likitlerinin olmayışı idi. Bunun üzerine bir de uluslararası kredi sisteminin kırılganlığı gelir. 1925-29 arası Almanya’ya dışardan gelen kredilerin çoğu kısa vadeli, 3 ay sonra ödenmesi gereken kredilerdi ve bunlar 1929’a kadar sürekli uzatıldı. Alınan bu kredileri bankalar daha uzun vadeli krediler şeklinde dağıtınca, aslında kriz öncesi bir kırılganlık oluşmuş oldu. 1930 sonuna doğru ABD ve Fransa’daki bankalar krize düşüp kredilerini geri çekince, Almanya kredi sistemi iyice krize girdi. Üretim, krizin pik yaptığı dönemde %42 civarında daraldı, çalışabilir durumda olan işçilerin sadece üçte biri istihdam edilmiş haldeydi. Almanya ve Avusturya’da banka sektöründeki kriz, uluslararası kredi krizine neden oldu; sonuçta oluşan konjüktür krizi, tüm Orta Avrupa’yı sardı.

Kriz İngiltere’de öncelikle ülkenin dünya ticaretinde kendisini gösterdi. 1929-31 arası ülkenin ihracatı %38 oranında azaldı. Üretim %16 oranında geriledi. 1932/33 de işsizlerin sayısı neredeyse 3 milyonu buldu. İngiliz Pfund’u Dolar karşısında %25 değer kaybetti. Ancak bu, ilerde İngiltere’nin ihraç ekonomisine değişen şartlarda yeniden rekabet gücü sağladı; bu ise iç ekonomiyi olumlu yönde etkiledi, ülkenin kitlesel işsizliğe rağmen 1931’den sonra diğer endüstri ülkelerine göre daha iyi gelişmesini sağladı. Dünya ekonomisi ile göreceli daha az bağlı olması nedeniyle başlangıçta krizden pek etkilenmeyen ve para birimi „sağlam“ kalan Fransa’ya yatırım imkanı arıyan sermaye büyük miktarlarda akın etti. Ancak bu durum, ingiliz Pfund’unun altın standartından ayrılması ve değer kaybetmesi ile hemen değişti. Bununla Franc ve altın standartına bağlı diğer para birimlerinin „aşırı değerli“ olma durumu ortaya çıktı. Bu nedenle ülkenin ihracatı düştü, işsizlik arttı, üretim krizin pik yaptığı dönemde %31 azalarak 2. dünya savaşına kadar 1928 yılı seviyesinin altında kaldı.

 

Dünyanın periferisinde ise 1929 krizinin etkileri farklı oldu. Nepal ya da merkez Afrika ülkeleri gibi dünya ekonomik sürecinin dışında kalan, „kapalı ve kendi kendine yeten“ ülkeler krizden oldukça az etkilendiler. Dünya ekonomisi ile şu ya da bu şekilde bağlı olan ülkeler ise, mesela tarım ürünleri satıp karşılığında endüstriyel ürünler alan ülkeler, sattıkları tarım ürünlerinin dış pazarlarda fiyatının düşmesi nedeniyle Terms of Trade‘lerinin kötüleşmesi olgusu ile karşı karşıya kaldılar. Bu ise ilgili ülkelerde krizin kendisini, enflasyonun yükselmesi, yoksullaşma sürecinin hızlanması şeklinde gösterdi.

 

Bu noktada, krize karşı geliştirilen çözüm konseptlerine, ekonomi politiğe girmekte, bugüne ilişkin sonuçlar çıkarmak, ışık tutmak açısından fayda var.

 

Başlangıçta krizi aşmak için çoğu ülkede genelde sıkı para, devletin tasarruf etmesi, işçi ücretlerinin baskılanması gibi klasik politikalara başvuruldu. Bir dizi ülke para birimini altın standartından ayırdı. Bunlar çözüm getirmeyince kimi yerlerde başka yöntemler denenmeye başlandı: İskandinavya ülkeleri refah devleti (İsveç modeli) çözümlerine yöneldi. ABD’de başlangıçta yarım yamalak girişimlerle denenen yeni yol, Roosevelt döneminde (New Deal) ile devletin yoğun bir şekilde borçlanarak kamusal yatırımlara girişmesi şeklinde devam etti. Bununla birlikte bir dizi ülkede ekonominin devlet tarafından regülasyonu, bankaların kurulan finans kurumları tarafından gözetim altına alınması, faaliyetlerinin regülasyona tabi tutulması gündeme geldi. Almanya ise, yüksek enflasyonun etkisi altında, para birimini koruma amacı ile sert bir tasarruf politikası doğrultusunda sosyal sistemi deyim yerinde ise dağıttı. Bu ise toplumda radikalleşmenin, giderek Nazilerin iktidara gelmesinin yolunu açtı.

 

Krizin aşılması yolunda bir dizi düşünce, tezler ve konseptler ileri sürüldü. Milton Friedman gibi moneter ekonomi politika savunucuları, krizin bir para krizi olması gerçeğinde hareketle para politikaları ile krizin aşılabileceğini savunurken, Neoliberal ekonomi politikaların öncüsü olarak daha sonraları isim yapacak olan Friedrich Hayek sıkı para politikasını krizden çıkış yolu olarak görüyor, bununla hafif bir deflasyon ve resesyon oluşturup ekonomide dengelerin tekrar sağlanabileceğini savunuyordu. Avusturya Okulu’nun temsilcileri, yanlış sermaye yönlendirmesi ile „aşırı yatırımı“ moneter bir bakış açısı ile krizin nedeni olarak gördü. ABD’de Roosevelt öncesi ekonomi politika, bu varsayımlardan hareketle uyguladığı parasal politikalar sonuç vermedi.

John Maynard Keynes gibi ekonomistler ise talebin gerilemesi, özellikle de yatırımların azalması ile krizin oluştuğunu savundu. Keynes, enflasyon tehlikesinden ziyade bir deflasyon tehlikesinin daha reel olduğu tespitini yapıyor, uzun süreli yüksek faizin, depresyona varabileciğini öngörüyordu. Ona göre yüksek faiz, ya paranın tasarruf edilmesine ya da maddi üretim alanları yerine spekülatif alanlara kaymasına neden oluyordu. Keynes, Hayek‘in tam tersine saf para politikaları yerine ekonominin tüm faktörlerini düşünce sistemine dahil ediyor ve buna göre çözüm önerilerini oluşturuyordu: İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi adlı ana eserinde Keynes, yatırım kararlarının sadece finansman maliyetleri ile değil, aynı zamanda pozitif iş yapma beklentileri ile de bağlantılı olduğunu tespit ediyor, bundan hareketle girişimcilerin en uygun ve düşük faiz durumlarında dahi -ekonomik beklentileri olumsuz olması nedeniyle- yatırım yapmayacakları dönemler de olabileceğini savunuyordu. Bu durumda girişimciler üretilen miktarın yeterli kıldığı kadar emek gücünü istihdam edeceklerini, neoklasik okulun ileri sürdüğü „piyasa dengesi“nin tam istihdam sınırının altında gerçekleşeceğini ileri sürüyordu.

 

Bu durum, 1929-33 arasında süren resesyonun sonrası işsizliğin neden 30’lu yılların sonuna kadar yavaşca azaldığını açıklıyordu. Böylesi girişim konusunda kötümserliğin hüküm sürdüğü bir dönemde sadece moneter (para) politikası ile işin üstesinden gelinemez, ekonomi harekete geçirilemezdi. Bu yüzden Keynes, krizin üstesinden gelebilmek için devlet tarafından kredi ile finanse edilmiş kapsamlı bir yatırım programını ekonomide talebi, yatırımları hareketlendirmenin gereğinden  bahseder. Bu bağlamda deflasyonun özellikle zararlı olduğu sonucuna, tüketiciler ve işverenlerin, düşen ücretler ve fiatlar nedeniyle bunların ilerde daha da düşebileceğinden hareket edecekleri nedeniyle varır. Bunun ise tüketim ve yatırımların azalmasına neden olacağını söyler. Normal olarak düşük faizler, yatırımlar için olumlu bir sinyaldir; ama insanlar, ücretlerin ve fiyatların düşmesi ile, zamanla reel borç yükünün artmasını beklediklerinden dolayı harcamalarda bulunmazlar, yatırım yapmazlar.

 

Keynesci çözüm reçetesi özetle, krizin özünde bir talep krizi olduğu, yani tüketim ve yatırım harcamalarının toplamından oluşan toplam talepteki azalmadan ileri geldiği, üretimin sosyal faktörü olan işgücünün ve diğer kaynakların atıl kalması sonucuna yol açan yetersizlik ya da dengesizliğin, (sosyal) devletin dışardan -tekrar dengelerin yerine oturması için- müdahele ile talep yaratıp, kâr motivasyonu ile hareket eden kapitalizmin periyodik olarak saplanageldiği krizlerden böylesi canlandırma yardımları ile kurtarılabileceği tespitlerine dayanır. 30’lu yıllarda kapitalizmin merkez ülkelerinde uygulanan böylesi ekonomi politika ile krizden çıkılması, teorinin pratikte sınanmasının canlı bir örneğini oluşturur.

Keynes öncesi iktisadın –Marx hariç- klasik olsun (Smith / Ricardo), neo-klasik (Walras / Marshall) olsun, 19. Yüzyıl’ın başından beri savunduğu kriz teorisi, genelde kapitalizmin böylesi bunalımlardan kendi normal iç işleyişi ile çıkabileceği, dışardan uzun boylu herhangi bir müdaheleye gerek olmadığı görüşüne dayanır. Aslında mantık olarak Adam Smith’in serbest rekabet koşullarında piyasaları düzenleyen ünlü „görünmez elinden“ esinlenen bu tip Laisser fair (bırakınız yapsınlar) anlayışı, iktisatda daha çok sonra ortaya çıkan Chicago Okulu ve Neoliberal Okul‘da da baskın görüşlerdir.

 

30’lu yıllarda ise ekonomi politikada Keynesci devrim öncesi, yine tipik klasik bir görüşten esinlenen, Hayek ve Schumpeter gibi iktisadçılar tarafından savunulan likidasyon tezi yaygındı. Bu teze göre krizi aşmada ekonomik depresyon iyi bir ilaçtı. Çünkü bir depresyonun fonksiyonu, kapitalistlerin yanlış yatırımlarını ve eski teknoloji ile üretenleri likide ederek, bir üretim faktörü olan sermaye ve işgücünün kısır kullanımından kurtararak üretken yatırımlara yöneltmekti. Ancak böylesi likidasyon beklentilerinin tersine, 1929 büyük depresyonu sırasında toplumsal sermayenin bir bölümü yok oldu, (neo) klasik ”çözümsüzlük” reçeteleri pratikte tuzla buz oldu.. Keynes’in likidasyon tezine getirdiği başlıca eleştiri, bu tezi savunanların depresyon karşısında „piyasanın kendini düzelteceği, dengesini bulacağı, krizin piyasanın korrektifi“ olacağını beklentisi ile pratikte hareketsiz, pasif kalmaları idi.

 

Sonuç olarak Keynes‘in çözüm önerileri tüm ileri gelen ülkelerde uygulandı. Almanya bununla 1930’lu yılların ortalarında, biraz da savaş ekonomisinin gelişimine dayanarak,[1]) krizin en ağır şekilde ortaya çıktığı ABD ise 30’lu yılların sonunda aşabildi. 2. dünya savaşı sonrasından 70’li yılların başındaki petrol krizine kadar hemen hemen her yerde uygulanan ekonomi politikalar Keynes‘ci görüşlerden esinledi.

 

Özetle; ekonomi politiğin ortaya çıkışından beri kapitalizmin periyodik krizlerine ve onun çözümüne ilişkin iki ana akımın, konseptin ortaya çıktığını söyleyebiliriz:

1. Sistem konform çözümler, şimdiye dek gördüğümüz gibi birbirine tamamen ters iki konsepte dayanıyor:
a. (Neo) klasik, (neo) liberal çözümler: Laisser fair anlayışı ile piyasanın kendi kendini düzenleyeceğini düşünen, çözümü klasik para politikalarında gören anlayış.

  1. Keynes‘ci çözümler: talep orijinli politikaları önceleyen anlayış.

 

  1. Sistem dışı çözümler, son tahlilde olguyu sınıfsal perspektifte ele alıp nihai çözümü sistemin aşılmasında gören marxist iktisad anlayışı.

 

Dikkat edilirse dünyanın şimdiye dek yaşadığı en büyük global kriz olarak 1929 krizi üzerine etraflıca durmaya çalıştık. Bu, onun kapsamlılığından ve aşılmasına ilişkin, o zamana kadar klasik çözüm önerilerini aşan yepyeni konseptleri ortaya çıkarmasından ileri geliyor. 1929 krizi, ondan daha büyük olmaya aday görünen günümüz Corona (ekonomik) krizi açısından bu noktada çok önemli. Bir dahaki makalede bunu, gelen diğer önemli küresel krizler (1973 Petrol Krizi, 2008/09 krizi) ve son yaşadığımız kriz bazında ele alıp, çözüm konseptlerini tartışacağız! Keynes ile daha işimiz var göründüğü kadarı ile..

[1]          Nazi Almanya’sında da Keynes‘çi çözüm paketlerinin uygulanması ve başarılı sonuç vermesi, ortodox „marxist“ kesimde kimi yerde eleştiri konusu olmuştu zamanında. Oysa Keynes‘in önerilerinin her yerde hayat bulması, siyasi yapı ne olursa olsun, onun ne kadar ideolojiler üstü olduğunu gösterir. Bu nokta da Marx-Keynes ikilemi üzerine bir kaç söz:

Hiçbir zaman prensip olarak toplumsal sistem sorusu ile ilgilenmemiş olan Keynes, ekonomik büyüme ve bunun sınırları konusunda kafa yormuş, uzun vadede ekonomik büyümenin kendi sınırlarına dayanabileceğini, bunun ise giderek artan sermaye dolgunluğu dolayısı ile oluşan rantın düşme eğilimiden ileri geldiğini savunagelmiştir. Keynes‘in bu görüşü, bir yerde Marx‘ın „kâr oranının eğilimsel düşüşü“ teoreminin ikiz kardeşi gibidir. Her ikisinin değişik yollardan aynı sonuca varmalarıdır. Bir yerde, kapitalizmde birikim sorununun geleceğine ilişkin sorunu ortaya koymalarıdır. Bilindiği gibi Marx, kâr oranının düşme eğilimini, birikim sürecinde sabit sermayenin (makinalar, hammadde vs.)  değişken sermayeye (ücretler) oranını ifade eden sermayenin organik bileşiminin yükselmesine bağlar. Prensipte Keynes, Marx gibi değer teorisine girmeden onunla aynı sonuca varır: Marx‘ın kârın eğilimsel düşüşü teoremi, Keynes‘de sermayenin randımanlılık sınırıdır.

Paylaş